14 Haziran 2025 Cumartesi

ELLİBEŞ YIL SONRA 15-16 HAZİRAN

15-16 Haziran 1970 Büyük işçi direnişinin üzerinden Ellibeş yıl geçti. Başka bir deyişle Onbeş, Onaltı Haziran 1970 şanlı direnişinin 55. Yılını hatırlıyacağız, konuşacağız belki de kutlayacağız. Bu tarih asla unutulmayacak. İşçi sınıfının iş için, aş için, emeğini, ekmeğini, sendikal özgürlüğünü ve dolayısı ile ailesini korumak için demokratik bir eylem başlatıyordu. 

İşte bu haklı demokratik eylemde kendi aleyhlerine çıkarılmak istenen kanunu protesto etmek için yüzbinlerce işçi iş buraktı. Gece çalışanlar fabrika, makine ve tezgah güvenliklerini aldılar. İş paydosundan sonra evlerine gitmediler. Sabah işe gelenler işbaşı yapmadı. 14 Haziran toplantısında kararlaştırdıkları gibi kendilerine en yakın fabrika işçileriyle buluştular. Birlikte çoğalarak yürüdüler. Türkiye işçi sınıfı tarihine adeta 15-16 Haziran adında bir anıt diktiler. Bu konular çok konuşuldu. Şiirler yazıldı, kitaplar yazıldı, yayınlar yapıldı. Belki de o günleri ve o günlerdeki sendikacılığı  günümüz sendikacılığı ile kıyaslamak gerekiyor!..

O günlerin yaşandığı sendikal anlayışla, günümüz sendikacılığının benzerlikleri ya da ayrıştıkları hususlar hakkında elbette söylenecek fazlaca söz var. 

Şimdilik konuyla örtüşen eski bir değerlendirmemizle yetineceğiz..

BU GÜN 15 HAZİRAN 1970

14 Haziran 1970, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunun (DİSK) İstanbul Merter Bölgesinde, çok önemli bir toplantısı yapıldı. Bu toplantıya DİSK ve üye sendikaların tüm yöneticileri ile  İstanbul ve Kocaeli'de işyeri sendika temsilcileri katıldı. 

Süleyman Demirel iktidarı, uzun zamandır 1967 Yılında kurulan, emek dünyası içinde gelişerek büyüyen ve gerçek sendikacılığın temsilcisi haline gelmeyi başaran DİSK'İ zayıflatmayı hatta kapatmayı amaçlayan çalışmalar yapıyordu. Amacına ulaşmak için Sendikalar Kanununda alelacele bir  değişikliğe giderek Anayasaya aykırı yeni bir kanun çıkardı.

Sendikal özgürlüğü ortadan kaldırmayı amaçlayan, Anayasaya da aykırı olan bu kanuna karşı işçiler her ilde bu duruma karşı ses verdiler. Kendilerine göre çeşitli şekillerde demokratik protesto haklarını kullandılar. 

İstanbul ve Kocaeli'de 15 Haziran sabahı işbaşı yapmadılar. Üretim durdu. İktidarın bu uygulamasını protesto etmek için en yakın fabrikadaki işçilerle buluşarak ve birleşerek yürüdüler. 15 ve 16 Haziran'da DİSK'e bağlı işçilerin yaptıkları bu büyük protesto eylemi, devrimci gençlik, sol kuruluşlar ve bazı siyasi parti mensupları tarafından da desteklendi. 

Planlı ve kararlı biçimde yapılan bu eylem şahane bir haykırış, yüzbinlerin katıldığı ve beyaz sayfalara yazılan bir unutulmaz oldu... 

15 ve 16 Haziran sendikal özgürlük direnişi "16 Haziran İşçi Eylem Günüdür" sloganı ile emek tarihi içindeki yerini aldı.

İşçi sınıfının devrimci sendikal kanadının öncülüğünde yapılan 15- 16 Haziran Direnişi ile işçiler,

kararlaştırdılar,
buluştular,
birleştiler,
birleşerek anlaştılar,
binler,
onbinler,
yüzbinler olarak yürüdüler, yürüdüler,
kazandılar...

8 Haziran 2025 Pazar

TENTELİ KAMYONLA DÖRT GÜNDE İSTANBUL

KAYI KÖYÜ İÇME SUYU 
Doğduğum ve 7 yaşına kadar büyüdüğüm Kayı Köyün'ün kuruluşu, yerleşimi, kısaca, tarihi hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Hafızama kazınan bazı konuları özellikle merak eden gençler ve çocuklar için yazmak istedim. Kayı Köyü'nün tarihine ait bilgilerin varlığına belki *AVARIZ Defterinde rastlarım diye aramaya çalıştım. Osmanlı Devletinin halktan aldığı vergilerin kayıt altında tutulduğu bu defterlerdeki yazılı bilgilere göre 1642 yılına kadar adı Gercanis olan Refahiye1884 yılında ilçe olmuştur.                         
Bilindiği gibi Kayı güç, kuvvet sahibi ve kudretli anlamlarını içermektedir. Oğuz Kaan destanına göre Oğuzların 24 boyundan biridir. Kaşgarlı Mahmut'un eserine göre ise Oğuzların 22 boyundan ikincisidir. Bazı kaynaklara göre Osmanlıların bu boydan geldikleri belirtilmektedir.
İDARE LAMBASI | Facebook
Avarız defterleri Osmanlı Döneminde içinde şehirler, dağlar, eyalet, vilayet gibi coğrafi ve beşeri bilgilerin de bulunduğunu içermekle birlikte asıl işlevi, müslüman ve gayri müslim halktan alınan veya alınması gerekli vergi durumlarına ait bilgilerin yazılı olduğu defterlerdir.  
İşte Kayı Köyü, adı gibi, konumu gibi, isminin tarihte belirtilen adların anlamına göre Yukarı, Karşı ve Aşağı mahalleden oluşan şirin bir yerleşim bölgesidir. Şirin sözcüğünü bilerek kullandım. Elbette tüm köyler, köyünde doğan büyüyen herkes için güzel ve şirindir.
KÖYLERDE OKUL DURUMU
Köyümüzde, tek odadan ibaret tek sınıflı bir okul vardı. Eğitmen denilen öğretici tarafından bir, iki ve üçüncü sınıfa kadar bir arada eğitim yapılırdı. Eğitmenlerin üçüncü sınıfa kadar okutma hakları vardı. O yıllarda henüz eğitim yaşında değilim, okula giden çocukları kıskanırdım.  Daha sonraları yeni okul yapıldı ve İsmail Kayalı adında Köy Enstitüsü mezunu Balıkesirli bir öğretmenin görevlendirildiğini gördük. Böylece köyümüzün okulu beş yıllık eğitim yapılır hale geldi. 
GAZ YAĞI
O yıllar köylerde okuma yazma bilenlerin sayısı çok azdı. Komşular, gelen mektuplarını çoğu zaman, okunmak üzere babama getirdiklerini görürdüm. Babam hem Osmanlıca hem de Yeni Türkçe okuma yazma bilirdi ve uzun yıllar köy muhtarlığı da yapmıştı. 1939 Erzincan büyük depreminde söylentilere göre Erzincan, Avrupa ve Dünyadan çok fazla yardım almış, yine rivayetlere göre bu yardımlar ahaliye (halka) fazlaca yansımamış. Bu tarihte de muhtar olan babam köy halkı için yardım olarak bir teneke de gaz yağı (18 Litre ) verdiler diye anlatırdı!!. Gazyağı o tarihlerde çok önemliydi, bölge halkına göre isimlendirilen idare, fiske, kandil veya gaz lambası denilen gereçlerle aydınlatmada kullanılıyordu. 
BEN ELEKTRİĞİ GÖRDÜM 
Çok bilinen, ''Ben feleği gördüm taştan inerken, gırıldı ganadım celvan ederken'' diye başlayan güzel bir türkü vardır. Yazanın ve söyleyenin feleği görüp görmediğini bilemem ama, bin dokuz yüz kırklı yıllarda çocuktum, komşu köyde ben elektriği görmüştüm!..
Kırklı yıllarda ülke nüfusunun üçte ikisi veya dörtte üçü köylerde yaşıyordu. O yıllar Genç Türkiye Cumhuriyeti, eğitim ve öğretimi ilk sıralarda ele almış ve bu nedenle 1940 Yılında Köy Enstitülerini kurmuştu. Enstitülerin ana amacı ilkokul öğretmeni yetiştirmekti. Enstitülerden mezun olan bu öğretmenler başta tarım olmak üzere, köylünün kendi kendine yetmesine yönelik bilgilerle donatılmış durumdaydılar. İşte Zeki Başöğretmen de bunlardan birisiydi. Komşu Akarsu köyünde suyun akış hızı ile çalışan su türbini vasıtası ile elektrik üretmiş ve aydınlatmada kullanmıştı!.. 
Zannederim 1946 ya da 1948 yılında eski adı, Avarız denen defterde Alakilise diye belirtilen Akarsu Köyünde, yöre halkının söylemine göre (Alakise) denilen bir köy odası elektrikle aydınlatılmıştı!. O tarihlerde Refahiye köylerinde aydınlatma, çıra, idare ve gaz lambaları ile yapılırken ben elektriği yakın köyde görmüştüm. Ampüller küçük, ışık ise çok parlak değildi,  (ölü gözü gibi) ama, odanın içi gaz lambası değil de elektrikle aydınlanıyordu!!!. 
ALAKİSE NAHİYESİ (AKARSU BUCAĞI)Köyümüz idari yönden yeni adı Akarsu olan nahiyeye bağlıydı. Karakol ve nahiye müdürlüğü buradaydı. Zannediyorum dört ya da beş yaşındaydım, babam bir gün nahiyeye giderken beni de götürmüştü. Hatırımda kalan şeylerden biri çok güzel döşenmiş, şahane bir işçilik ve ahşap doğramalarla dekore edilmiş bir köy odasında yapılan bir toplantıydı. O tarihlerde köy halkının büyük çoğunluğu kendi ihtiyaçlarını kendileri görürlerdi. Büyük amcamın marangoz ustalığı vardı. Yüklük tabir edilen ve gündüz, döşek, yorgan yastık gibi şeylerin konduğu dolapları, zahire (arpa, buğday) ve un ambarlarını ahşap doğramalarla yapmıştı. Çoğu zaman onun çalışmalarını seyrettiğim için ben de ahşap doğrama güzelliklerinden anlardım. O bakımdan Alakilise'de gördüğüm o köy odasına şahane demiştim!. Odanın, Alakilise'li Zeki başöğretmenin babasına ait olduğunu anlatmışlardı. Zeki Başöğretmenin 1940 lı yıllarda oluşturduğu elektrik, 1969 Yılında çeşme açılışlarını için gittiğimiz tarihte gördük ki köyümüz halâ elektriksiz durumdaydı!..SAĞLIKLI İÇME SUYUÜç mahalleden oluşan köyümüzde içme ve kullanma suyu, Akarsu Köyü ve boğaz denilen bölgeden geçen ''dinasor'' veya diynasor adı verilen akarsudan sağlanırdı. Genellikle kadınlar sabah çok erken kalkar helke denilen kovalarla Dinasor çayından doldurdukları suları evlerin en serin yerlerinde çam kütüklerinden yapılan kürünlerin içine boşaltırlardı. Kullanma suyu ise kesinlikle köyün tam ortasından yine kovalarla taşınan ırmaktan temin edilirdi. Dinasor çayı ve ırmaktan alınan suyun sağlıklı olup olmamasınının konuşulup, tartışıldığına hiç şahit olmamıştım!. İnsanlar, ''akar su pislik tutmaz'' diyerek kendilerini rahatlatırlardı!!. 
Halkın geçimi arpa ve buğday başta olmak üzere tarıma dayalıydı. Araziler susuz, tarlalar ise küçük parçalar halindeydi. Dolayısı ile elde ettikleri ürün geçimlerine yetmiyordu. Bu bakımdan köy halkının büyük bir kısmı gurbetçiydi. Gurbetçiler özellikle İstanbul'a gider belli bir zaman çalıştıktan sonra köye dönerlerdi. Bir süre sonra gurbetçilerin belli bir bölümü devamlı iş bulup köye dönmez oldu. Bizim aile de bunlardan biriydi. 1960 yıllarının yarılarında köyde yaşayanlar, tüm köy nüfusunun yarısından daha az durumdaydı.
DAYANIŞMA ÖNEMLİ
1967 Yılıydı, İstanbul'a gurbetçi olarak gelen insanların büyük bölümü iyi işlerde çalışmaya başlamışlardı. Taksi şöförü olan, taksi sahibi olanlar vardı. Polis, bekçi, olanlar vardı. Büyük otellerde komi, garson, büyük firmalarda ve bankalarda güvenlik görevlisi, fabrika işçiliği gibi meslek dallarında devamlı olarak çalışan hemşehrilerimiz oluşmuştu.
Bunların büyük bir bölümü tatil günlerinde Yenişehir'de (Dolapdere) Haydar'ın kahvesinde toplanır, görüşür, konuşurlardı. İşte bir gün böyle bir toplantıda KAYI KÖYÜ YARDIMLAŞMA DERNEĞİ'Nİ kurduk. Çeşitli etkinlik ve çalışmalar sonucunda üye sayısı çoğaldı, ve mali durumu da o günkü şartlara göre  azda olsa güçlendi.   
TENTELİ KAMYONLA DÖRT GÜNDE VER ELİNİ İSTANBUL YOLCULUĞU
Anam tarlaya gittiği için, gün boyu ağlamışım. Haziran Ayı bizim oralarda arpa biçimidir. Arpa  çok değerlidir. Doğumumdan kaç gün sonra bilmiyorum, annem beni, benden dört yaş büyük ablama emanet edip arpa biçmek için tarlaya gitmiş. Gün boyu ağlamışım ve bu nedenle kasık fıtığı olmuşum. Altı yaşına kadar beni sancılarla boğuşturan fıtıkla büyüdüm dolaştım, yaşıtlarımla oynadım, güreştim yeri geldi kavga ettim!. O senelerde (Şuşarlı) Suşehri'li Ateş Osman isimli şöför çok meşhurdu. Onun tenteli kamyonu içinde ameliyat olmak için dört günde ver elini İstanbul yolculuğu yaptım. O ayrı bir yazı konusu, acılı, ballı ve güldürücü olayların yaşandığı durumları kapsayan bir yolculuktu.
TEMİZ İÇME SUYU
Dernek olarak Devlet Su İşleri Müdürlüğü ve diğer ilgili kurumlarla yapılan görüşme ve yazışmalar sonunda  kısaca yaptığımız gayretli çalışmalar sonucunda köyümüz insanlarını 1969 Yılında sağlıklı içme suyuna kavuşturduk. 
Ramazanda köy yaşlılarının genellikle iftarda oruçlarını açtıkları su kaynağı olan ''Kahve Gözelerin'den'' kova ve bakraçlarla getirilen, temiz ve sağlıklı su, yaptırdığımız çeşmelerden içilmeye başlandı. İçme suyu getiriliş ve çeşmelerin açılış töreninde, dernek kurucusu olarak bir konuşma yaptım. Destek veren siyasetçilere, bürokratlara, dernek üyelerine ve emekleri ile katkıda bulunan köy halkına teşekkür ettim.
Çeşme açılışına Başbakan Süleyman Demirel'in Genel Başkan yardımcısı Erzincan Millet vekili SADIK PERİNÇEK ve Bakan HÜSAMETTİN ATABEYLİ, Erzincan YSE Müdürü, bürokrat ve çevre köylerden konukların katıldığı açılış törenine, başta İstanbul, olmak üzere Erzincan ve Erzurum gibi şehirlerde yaşayan köylülerimiz de katıldı. 
1967 yılında kurduğumuz dernek kısa sürede önemli işler başardı. Yüz yıllardır ırmak suyunu içen ve kullanan köylülerimiz birlik olmanın, yardımlaşmanın ve elbirliği ile iş yapmanın faydalarını bir kere daha gerçekleştirmiş oldular. 

27 Mayıs 2025 Salı

DİSK'İN SESİ FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

Yıl 1970 Beyoğlu Balıkpazarı semtinde salaş bir lokanta var. İki katlı, üç ya da dört masası, küçük bir mutfağı ve yaşlı da bir garsonu var.  Alt katı ise kahvehane...   

İki işyerinin müdavimleri de (müşteriler) genellikle birbirlerini tanırlar. Küçücük mutfağını da müşteriler, zaman zaman dışarıdan alıp getirdikleri veya yaptıkları mezeler için kullanabiliyorlard. İlk okulu Taksim'de, orta okulu da Tünel (Beyoğlu) semtinde okudum. Orta okula gittiğim 1955 ve 57 li yıllarda bazen evden erken çıkar, balık satıcılarının tezgahlarında bulundurulan, çeşitli balıklar, ahtapot, ıstakoz, kalamar, karides, midye, istiridye gibi deniz varlıklarını seyrederdim. Sokağın iki yakası da balık tezgahlarıyla doluydu. Bunların bir kısmını tezgah üzerinde yürürken görürdüm. Bir çoğunun yenip yenmediğini bile bilemezdim. Hatta balık hariç diğerlerinin tadını hiç bilmiyor, doğrusu merak da etmiyordum!.. 

DEMLENME HAZIRLIĞI

Gayri müslimlerden, Rum ve Ermeniler'in İstanbul'da sayısal olarak çokça bulundukları 1950 li yıllarda, Beyoğlu Balıkpazarı, balık satışı ile ilgili çok meşhur bir yerdi. Onunla bağlantılı dar bir sokak ise, İstanbul'un aristokrat ve zenginlerinin alım yaptıkları ve her çeşit mezenin satıldığı dükkanlarla dolu bir merkez gibiydi sanki. Adı Cumhuriyet olan bu küçük ve çok uygun fiyatlı lokantanın bazı müşterileri, gelirken meze satılan dükkanlara veya balıkçılardan birine uğrar kendilerinin demlenmelerine yetecek kadar alım yaparlardı.

 GÜNLERDEN 15-16 HAZİRAN 

15-16 Haziran 1970 İstanbul tarihi bir güne, bu günlere kadar görülmemiş bir büyük eyleme şahitlik etti. İşçi sınıfı, emeğine ve ekmeğine (işine aşına) dolayısıyla sendikal özgürlüğüne göz koyanlara karşı fabrikalarda üretimi durdurdu. İş yerlerlerinin güvenliklerini sağladılar ve kendilerine en yakın fabrikada çalışan işçi kardeşlerine doğru yürüyüşe geçtiler. Demirel iktidarının yapmak istediği işçi aleyhine olan sendikalar yasasını protesto etmeyi amaçladılar. Birken yüz, yüzken bin, binken beşbin on bin oldular yürüdüler. 

1 Nisan 2025 Salı

SENDİKAL HAFIZA

PARILDAYAN YILLAR

Ben Zengini Severim
''Ben Zengini Severim!''
Ülke Sendikacılığımızın işçi lehine parıldadığı dönemler, zaman itibariyle şüphesiz 1970 li yıllardır.  İşçi sınıfının sendikal bazda örgütlenme çalışmalarını ileri seviyelere taşıyabildiği daha çok bu yıllarda görülür. Fikirsel ve eylemsel düzeyde işverenlere karşı gerek temsil, gerekse demokratik haklarının kullanılması bakımından kendine güven duygusunun da en fazla bu yıllarda yeşerip geliştiği gözlenmektedir. İşçiler donanımlı kadrolarla, mali ve hukuki bazda sendikalarını kurumsallaştırabildikleri takdirde, işverenlere karşı dik durabilmeyi daha çok bu dönemlerde başarabildiler.

Örgütlenme, hukuksal çalışma, toplu sözleşme, grev ve demokratik yollarla yapılan eylem ve direnişlerin daha çok bu dönemde başarıldığı görülüyor. Kenan Evran veTurgut Özal'ın 80 sonrası  ''işçiler benim kadar maaş alıyor'', ''ben zengini

25 Mart 2025 Salı

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA VE YÜRÜYEN İŞÇİLER

1970 Yılı Haziran'ın 15 ve 16 ncı günlerinde işçi sınıfı, Türkiye sendikal hareketleri içinde asla akıllardan çıkmayacak çok önemli bir eylem geçekleştirdi. ''16 Haziran İşçi Eylem Günüdür'' başlığı ile marşlara konu olan bu büyük eylem, emek tarihimiz içinde büyük bir köşe taşı oldu.  

Dünya emek hareketlerine de sendikal planda yol göstericilikte bulundular. Ülkemiz işçi 

17 Mart 2025 Pazartesi

İŞ KAZALARI VE KOPAN PARMAKLAR

Şişli İlçesinin, bir zamanlar dut bahçeleriyle meşhur olan yemyeşil bir bölgesi vardı. Abide-i  Hürriyet Tepesi, Feriköy ve Kurtuluş Mahalleleriyle komşu olan bu yemyeşil dutluk bölgeye Padişah II. Abdülhamit Döneminde 1890 Yılında İsviçreli Adolf ve Walter Bomonti adındaki iki kardeşe bir bira fabrikası yaptırılıyor. Yeşil örtüsü ile ünlü burası, bundan böyle BOMONTİ adıyla anılmaya başlanıyor ve bu defa bira bahçesiyle ünleniyor.

Şişli'den Çağlayan'a doğru uzanan yol üzerindeki bu Bomonti Bira Bahçesi uzun yıllar İstanbul'lulara hizmet etti. Masaya getirilen ahşap fıçılar içindeki biralar yine ahşap ve cam kupalarla gelenlere sunulurdu..

Bira Fabrikasının kurulması ile birlikte bu bölge yavaş yavaş yerleşim bölgesi haline de

1 Mart 2025 Cumartesi

İŞ HAYATININ İNSANCILLAŞTIRILMASI

İŞ HAYATINDA İNSANCILLAŞMA

İşçiler, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve güvenli hale getirilmesinde mutlaka söz sahibi olmalıdır. Daha doğrusu çalışma koşullarını ilgilendiren tüm konularda işçiler, doğal olarak söz ve karar sahibidirler.
                               
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konularında yapılması gereken ana işlerin başında, çalışma koşullarının düzeltilmesi ve düzenlenmesi gelir.

Bu işin diğer adı, "iş hayatının insancıllaştırılması"dır.
Elbette işçilerin işyerlerinde söz sahibi olma ve başta işçi sağlığı ve işgüvenliğ konularında yaptırımlar gerçekleştirebilmeleri, ancak sendikalar vasıtası ile olacaktır. Kazaların çok sık meydana geldiği işyerlerine bakıldığında, buralarda daha çok sendikasızlığın veya sarı sendikacılığın bulunduğunu görürüz.
İş güvenliğine yeterli bütçeyi ayırmayan işin önemini ikinci plana iten taşeronların varlığı, işyerlerinde kazaların oluş sebeplerinden birisi de sayılabilir.

Kazalar, sadece kanun yapmak, yönetmelik çıkarmakla engellenemez. İyi bir kanun ve yönetmelik sıkı bir denetim gerektirmiyorsa çok da işe yaramayabilir.
Bu hususta gerçek ve en iyi denetmen sendikalardır.
Çalışma süreleri, gün içindeki molalar, izinler, tatil hak ve uygulamaları, çalışanlar lehine ancak tam olarak gerçek işçi sendikalarının işyerlerinde devreye girmesiyle sağlanabilir.

1976 yılında ABD'de yapılan uluslararası çelik konferansına, Türkiye'den, T.Maden-İş Sendikası davet edilmişti. DİSK üyesi T.Maden-İş Sendikasının Genel Başkan Vekili, Toplu Sözleşme, Araştırma, Ücret ve Ekonomi Politika Daireleri Başkanı olarak temsil ettiğim konferans dört gün devam etmişti. Konferansta ağırlıklı olarak çelik işçilerinin sorunları görüşülüp tartışıldı. Konferans bitiminde ABD Çelik İşçileri Sendikası (United Steel workers) ile Almanya IGMetall Sendikası yöneticileri  ile görüşmeler yapıldı. Konuşmalar özellikle, çalışma koşul ve süreleri ile, iş kazaları, işçi sağlığı ve iş güvenliği konularında oldu.  


Hüseyin Ekinci 1976 Çelik Konferansı Pittsburgh

Konferans bitiminde, Pitsburgh'ta bulunan çelik ve Detroit'te kurulu otomobil fabrikaları ziyaret edildi. Üretim, teknoloji, sendikal çalışma, işçi hak ve ücretleri konularında yerinde incelemelerde bulunduk.

Özellikle yassı mamul üreten bir çelik fabrikasında, incelemelerimizi yoğunlaştırdık. 
Kenarında üç adet çelik fabrikasının daha, kurulu bulunduğu belirtilen Pittsburgh ırmağında, onlarca çocuğun neşe içinde balık tuttuklarını, fabrikalarda milyon tonlarca çelik üretilirken, çevreye zarar verilmediğini, ırmağın masmavi aktığını görmüştük....

Fabrikaların, dışarıdan görünen yerlerinde "1975 yılında bu fabrikada sadece bir iş kazası oldu."
Bir başka fabrikada "bu iş yerinde 1975 yılında çevre sağlığı için.......... dolar harcanmıştır." Yine başka bir fabrikanın dış duvarına asılı levhada "önce iş güvenliği" şeklinde ki yazıları görmüştük.

Fabrikaların, işçi sağlığı, iş güvenliği ve çevre sağlığı düzeni için, adeta birbirleri ile yarıştıkları görülüyordu.

AĞIRLIKLI ÜRETİM

4500 çalışanı bulunan yassı çelik üreten fabrikalardan birinin, 1975 yılı üretiminin 4,5 milyon ton yassı mamul olduğu belirtilmişti. Zannediyorum aynı üretim dalında o yıllar Erdemir, yaklaşık 900 bin ton yassı mamul üretimi yapmaktaydı...


Çalışanlarına ve çevreye değer verilmesi, kazaların önlenmesi konularında ki tedbir ve uygulamaların elbette üretime de olumlu katkıları olmaktadır.

30 Eylül 2024 Pazartesi

BİRLİKTEN KUVVET DOĞAR

''Birlikten kuvvet doğar'' ata sözü, işçi sendikalarının adeta ilk ve en önemli söylemidir. Hep beraber, toplu şekilde mücadele edersek gücümüz daha çok artar. Her zaman birlikte davranmamızın sonuçları daha olumlu, daha sağlıklı ve daha başarılı olur gibi anlamlar taşıyan bu cümle sendikal örgütlenmenin anahtarı gibidir.

İşçi sendikalarının kuruluş amaçları bellidir. Üyelerinin hak ve menfaatlerini savunmak asıl amaçtır. Onların yaşam kalitelerini yükseltmek bunun için yeni haklar sağlamak, işçi sağlığı ve iş güvenliği gibi olmazsa olmaz konuları sürekli gündemde tutmak ve yasalara uygun biçimde uygulatmaya çalışmaktır.

İşverenin ucuza işçi çalıştırmak, işçi sağlığı ve iş güvenliğine yeteri kadar yatırım yapmamak elbette kârlarını daha da artıracaktır. Türkiye de bu uygulama, artık olağan hale (gelmiş) getirilmiştir.,

Patronların, sarı ve işverenden yana olan işçi sendikaları ile çalışmaları onları himaye etmeleri işçileri çeşitli uygulama ile sarı sendikalara yönlendirmeleri hatta üye yaptırmaları işveren  adına anlaşılabilir! 

Bu durumda devlete görev düşmüyor mu? 
Devlet yapılanması, işçilerin, çalışanların haklarını, sadece laf ve çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle olmamalıdır. 
Etkili denetim yapması da (yaptırması) şarttır. 

İşte sarı ve gerçek işçi sendikaları burada devreye girecektir.
En basit ifade ile sendika, birliktir. 
Bir olmaktır. 
Birlikte güçlü olmaktır.
Sendikaların ve sendikacıların ilk işi üye tabanlarını oluşturmak ve sayısal olarak büyütmektir. Zaten sendikal eylemler de ilk cümle,"bir elin nesi var, iki elin sesi var" söylemi değil midir? 


İşveren sendikaları, bu işi  oldukça kolay yaparlar. İki satırlık bir yazı ile bu işi başarırlar. Hemen bir araya gelebilirler. Grevlere karşı koymak, işçi sendikalarının mücadele kararlılığını ve eylemlerini bastırmak için kullanacakları, lokavt fonlarını güçlendirerek kasalarını şişirirler. 

İşveren sendikaları hükumetler nezdinde de genellikle saygındırlar. Medya ve yazılı basın, onların söylemlerine oldukça önem verir. Onlar da her zaman ve her yerde her şeyi konuşmazlar, neyin nerede ne zaman konuşulacağını gayet iyi bilir uygularlar.. 

Hukukçuları, ekonomistleri, her konuya özgü uzmanları ve her zaman bol paraları vardır. Geçtiğimiz yıllarda işverenlere ait sivil toplum (PATRON) örgütleri ile işbirliği yapmaları durumunda hükumetleri bile düşürdükleri görülmüştür!

İşçi sendikaları  ise iki türlü örgütlenir.

Birincisinin işi kolaydır. İşçilerin üye olmalarına yetkililerce göz yumulur. Hatta işverene yakın bir kısım adamlar devreye sokulur, işçilerin üye yazılmalarına yardımcı olunur. Genellikle bu sendikaların kurulmasına da destek verilir. 
Prosedür çarçabuk tamamlattırılır. Toplu sözleşme yetkisi aldırılır. Çoğu zaman işçilerin bile sonradan duyacakları iki ya da üç yıl süreli toplu sözleşmeler imzalarlar. İşte bu gibi sendikalara “ SARI SENDİKA”, yöneticilerine de “SARI SENDİKACI” denir. 
Bu sarı sendikalar altmışlı, yetmişli yıllarda çok sayıda vardı. Günümüzde de var oldukları biliniyor.

Sendikalar, sivil toplum örgütü  olmanın ötesinde, mücadele örgütleridirler....
Gerçek işçi sendikalarının işleri ise oldukça zordur. Sendika üye tabanlarının sayısal olarak güçlü olması, maddi güçlülüğü de yaratır. 
Güçlü sendikaların varlığı, doğal olarak işverenlerin menfaatlerine aykırıdır ve karşılarındaki işçi sendikası güçlü olsun  istemezler. 

Gerçek sendikaların gücü üye tabanının sayısal olarak çokluğu, bu çoklukta parasal olarak varlığı oluşturur. Yani bir sendikanın üye sayısının durumu ve kasa varlığı, o sendikanın gücü ile doğru orantılıdır.
  
Yıllarca gerçek sendikacı olarak tanıdığımız yöneticilerin varlığını biliyoruz. Sendikalarını geliştiremeyen, üye tabanını sayısal olarak güçlendiremeyen yöneticilerin, gerçek de olsa, solcu da olsa, devrimci de olsa varlıkları çok şey ifade etmez.

Sendikalar sınıf ve kitle örgütleridir. Demokratik kitle örgütü olmak, bu vasıflarıyla faaliyet göstermek durumundadırlar. Üyeleri aynı siyasi düşüncede ve aynı ideolojide olmayabilir. İnançları ayrı, milliyetleri, cinsiyetleri farklı olabilir. 

Onların bir olmaları, birlik olmaları ortak menfaatleri ile ilgilidir. Çalışma şart ve koşulları, işçi sağlığı, iş güvenliği, ücret durumları ve kısaca yaşam kalitelerinin yükseltilmesi gibi konular, ortak menfaatlerini oluşturan unsurlardır. Birlik olmak, birlikte mücadele etmek, mücadelede başarılı olmanın önemli şartlarından biridir.

Elbette sendikacıların da siyasi görüşleri vardır ve olacaktır.
Olmalıdır da.

Ancak sendikacılar, sendikal çalışma ve eylemlerini sadece kendi siyasi görüşlerine göre yapamazlar. 
Geçmişte bazı sendika ve sendikacıların siyasi görüşlerini doğrudan yansıttıkları, sendikal çalışmalarda başarılı olamadıkları, hatta işçi sınıfının birliğine zarar verdikleri açıkça görülmüştür.


Çalışmalarını siyasi iktidarlara yaslamak onların tarafında olmak, iktidarın ekonomi politikalarına uygun davranmak da, gerçek sendikal anlayış ve uygulamasıyla da asla bağdaşmaz.

17 Mayıs 2024 Cuma

DEVRİM ARABALARINA İHANET Mİ

27 Mayıs 1960 Yılında kimilerine göre ''Askeri Darbe'', kimilerine göre ise ''Devrim'' oldu ve Başbakan Menderes iktidardan düşürüldü. Kurulan askeri yönetimin başında bulunan Orgeneral Cemal Gürsel 1 yıl sonra yani, 1961 Yılında yüzde yüz yerli bir otomobil yapılması için emir veriyor. 

Bunun üzerine emir yerine getiriliyor. Ne mutlu!..
Türk mühendis ve işçileri gece gündüz durmadan çalışarak Eskişehir'de 130 günde motor dahil '' yüzde yüz yerli dört adet otomobil'' ve 10 adet motor yapıyorlar. Tabii onları kutlamak gerek. Türkler otomobil üretemez diyenler yanıldılar. 
Devlet Başkanı Cemal Gürsel deneme sürüşü için arabaların birine bindiriliyor. 
Ama hangisine!..
Arabalardan birinin  deposuna benzin konmamış. Acaba neden? Daha sonraları Ankara sanayicilerinden biri olan ve bir ara MESS işveren sendikası başkanlığını da yapan Şükrü ER bir röportajında Devrim Arabalarına ilişkin bakın neler anlatıyor...
''Projede yer alan mühendislerden biriyim. Devlet Demiryolları’nın Eskişehir Fabrikasında bir alan bize tahsis edilmişti. Ankara ve Sivas fabrikaları da bize destek veriyordu. İnsan üstü bir performansla dört ayda dört otomobil ürettik. Bu dört otomobil için üç tipte, on adet de motor ürettik. Dünyada görülmemiş şey…


İki tanesi 29 Ekim için Ankara’ya gönderildi…
Araçlardan birine yakıt konmamış. Orgeneral Gürsel bu araca bindirildi araç durunca tüm basın, buraya hücum etti…
Türkler otomobil üretemez diye kampanya başlattılar adeta. O dönem Sanayi Bakanı olan Şahap Kocatopçu projeyi şiddetli kınayanların başında geliyor… Devrim’in üretilmeme sebebi başarısızlık değil, tamamıyla siyasidir..
Bu araçlardan birisi halen Eskişehir’de. Olayların üzerinden 30 yıl geçtikten sonra, gidip gördüm ve içine girip çalıştırdım.  Araba çalışır durumdaydı ve zaman zaman kullanılıyordu.'' (Gelenekten Geleceğe s71 MESS)
Ne denir ki? Devrim ya da darbe hükumeti içinde bakanllık yapanlar da dahil, birileri devrim arabalarına dolayısı ile ülkeye ihanette mi bulundular?.

4 Mayıs 2024 Cumartesi

HALİÇTE FABRİKALAR

Atatürk Şakir Zümre'yi Sofya Ateşemiliterliği yaptığı dönemlerde tanımıştı. Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte İstanbul Haliç kenarındaki, Sütlüce'de kurulan Türkiye'de ilk bombanın yapıldığı Şakir Zümre Fabrikası, silah üretmek üzere kurulmuştu. Fabrikasında silah üreten "Zümrezade Şakir Bey" Türkiye'de ilk silah ihracaatını da yapan firma sahibi olarak Türk sanayicileri içinde yer almıştır.

Haliç'in Beyoğlu tarafı Sütlüce semtinde kurulan Şakir Zümre Fabrikası, Çolakoğlu Demir Çekme Fabrikası, Arçelik Buzdolabı Fabrikası, Halıcıoğlu Tel Çivi Fabrikası, Demas Demir Çekme fabrikası, Alanya Demir Çekme Fabrikası, Kısmet Fermuar Fabrikası, Ramazanoğlu Bakır Fabrikası, Kutup Kalorifer Kazanı Fabrikası, Diren Madeni Eşya Fabrikası, Kar Demir Çekme, Profilo Bot Fabrikası, Hasköy İplik Fabrikası ile çeşitli iş kollarına ait onlarca atöye ve işyeri, bacalarından dumanlar çıkararak üretimlerine gece gündüz devam ederlerdi.

KAĞITHANE,  CENDERE, AYAZAĞA 

Kağıthane ve Cendere boyunca, Kemerburgaz'a kadar uzanan bölgede kurulan fabrikaların bir kısmı şunlardı. Rabak Bakır Fabrikası,  Arabacıoğlu Kereste Fabrikası, Keleşoğlu Mermer Fabrikası, Biksan Kablo Fabrikası, Çelik İzabe Fabrikası, Ünika Kablo Fabrikası, Ege Kimya Fabrikası, Plastifay Plastik Fabrikası, Kader Mensucat Fabrikası, Boronkay Arazöz Fabrikası, Detel Demir Çekme Fabrikası, Hacı Şakir Sabun Fabrikası, Balık Ağı Fabrikası ve çok sayıda deterjan, seramik ve başka işkollarına ait atölyeler kuruluydu.

DÖKÜM ve ÇELİK MERKEZİ

Silahtarağa, kalorifer kazanı, çelik, döküm ve izabe fabrikaları merkezine dönüşmüştü...
Koç Holding'e ait, ülkenin en büyük özel sektör döküm fabrikası olan Türk Demirdöküm Fabrikaları ve sanayici Erenyol Ailesine ait, Turgut Özal'ın da bir dönem genel müdürlük yaptığı Elektrometal Döküm İzabe fabrikası, Ferhat Kocaballı Döküm Fabrikası(Fer Döküm) ile onlarca değişik iş koluna ait fabrika ve atölyeler burada üretim yapıyorlardı. Sünnet Köprüsü bölgesinde ise Türk Philips buzdolaplarını yapan Nurmetal (Estaş) Fabrikası faaliyetteydi.

Alibeyköy'e doğru uzayan güzergâh üzerinde, Yıldız Kalorifer Kazan Fabrikası, Yeni Gayret Demir Çekme Fabrikası, Sungurlar Kalorifer Kazan Fabrikaları, Bohemya Kristal  Avize Fabrikası, Cem Düdüklü Tencere Fabrikası,  Apikoğlu Sucuk Fabrikası ile Coşkun Sucuk Fabrikaları faaliyet gösterirlerdi.

Haliç'in Eyüp tarafında Çelik Endüstri Fabrikası, Makina Kimya Av FişeğiFabrikası,  Aslan Tuğla Fabrikası, Otoyay Fabrikası, Preskold Buzdolabı Fabrikası, Bahariye Demir Çekme Fabrikası, Bahariye Mensucat Fabrikası, Prinç Çeltik Fabrikası, Gislaved Lastik Ayakkabı Fabrikası, Haydar Kaynak Elektrotları Fabrikası,  Ayvansaray Cıvata Fabrikası kuruluydu.

ÜRETİM ÇEŞİTLİLİĞİ
Lastikten, tekstile, deterjandan kabloya, silah yapımından karoseriye ve kalorifer kazanlarına, inşaat demirinden traktör parçalarına ve gemi yapımına kadar çeşitli sanayi dalında imalat yapan yüzlerce fabrika, atölye ve tersanelerin kurulduğu bu bölge, tam anlamıyla adı konmamış organize sanayi bölgeleri durumundaydı.

Türkiye'de işçi işveren ilişkileri konularındaki hareketliliğin büyük bir kısmı işte bu bölgede yaşandı. Direniş, grev, lokavt ve çeşitli demokratik işçi eylemlerin yaşandığı olaylarda, elbette acılar da yaşandı...
Kısa süren mutluluklara da şahit olan bu bölge, işçi sınıfı tarihine çalışanlar lehine kazanım olarak yazılan bir çok olayın da geliştiği yerdi...

Bu yazımızla dünyanın, Altın Boynuz dedikleri (Golden Horn) Haliç'in zaman dilimlerinden bir kısmını emek değerleri içinde anlatmaya çalışmak istedim.

Mimar, mühendis, doçent, doktor, profesörlerimiz var. Belediyelerimiz, belediye meclislerimiz var. Valilerimiz, il genel meclisi üyelerimiz var. Bu koca, koca unvanlı insanlar şehir yönetimlerinde, çoğu zaman üst idareci, danışman, hukukçu olarak görevlerde bulundular.

Haliç kenarlarına fabrika konduranlar, ucuz fabrika arsaları aldılar. Belkide teşvikle hatta bedava aldılar, orasını bilmiyoruz. On yıllarca buralardan büyük paralar kazandılar. Bir çoğunun hanları hamamları uçakları, oldu, bir kısmının ise fazladan mersedesleri ve metresleri...

Bulundukları yerde tevsiatlara girdiler işletmelerini büyüttüler. Başka bir kısmı ise Bursa, Eskişehir, Çerkezköy gibi şehir ve bölgelerde ikinci üçüncü fabrikalarını açtılar. Yeni yeni fabrikalar kurdular. Zenginliklerine zenginlik kattılar. Anlatmak istediğimiz onların sadece zenginlikleri, hanları, hamamları elbette değil.

Bir zamanlar Fatih'in donanmasını, karadan yürüterek hangi duygu ve düşüncelerle kavuşturabiliği Haliç'in, kısa zamanda ne hallere geldiğini de anlatabilmek!..

Elli yıl boyunca Haliçi'in her iki yakasında kurulu bu işletmeler her türlü kimyasal ve zararlı atıklarını da haliçe boşalttılar. Diğer işletmeler ise  yine her türlü atıklarını boşalttıkları Kağıthane Deresi vasıtası ile Dünya güzeli Haliç'i dolduruldu..

Arıtma yapmadılar, yapmaya da ihtiyaç duymadılar. Seçilenler de arıtma yaptırmadı, yaptıramadı onlara...

Sanayicilerimiz, yöneticilerin ve idarecilerin gözlerinin içine baka, baka Haliç'te balık ve canlı bırakmadılar. Her türlü atıklarıyla Haliç'i zehirlediler. Silahtarağa'ya kadar giden şehir hatları vapurlarının yüzdüğü Haliç'te, kayıklar bile ilerleyemez oldu.

İstanbul efendilerinin oturduğu semtlerden kaçışlar başladı. Büyük çoğunluk kokudan evlerinde oturamaz duruma geldi. Bir kısmı başka yerlere kiraya gitti, bazıları da inanılmaz ucuz fiyatlara sattı evlerini.

90 lı yıllarda fabrika yerleri İstanbul Belediye'si tarafından istimlak edildi. Pazarlıklar yapıldı. 
Değerler biçildi. 

Fabrika sahipleri, bir kere daha, hayır (misli misli) iki kere daha kazandılar. Hem fabrika bina ve arsa değerlerinin karşılığını ünün rayiç bedellerine göre aldılar, hem de başka bölgelerden tahsisle, teşvikle, bedava veya çok ucuz fiyatlarla yeni fabrika arsaları aldılar. Fabrikalarını buralarda kurdular!!..

Haliç'in çamurunu temizlemek, sularını arıtmak ve bunların bedelini ödemek ise İstanbul halkına bırakıldı...