26 Eylül 2014 Cuma

SİLAHTARAĞA ÇUKURU (ZİLİFTARAĞA)

LALE DEVRİ SADABAD VE HALİÇ

Osmanlı İmparatorluğu, III. Ahmet döneminin bir bölümüne Lale Devri dendiğini biliyoruz. Bu devirde Kağıthane Bölgesi, İstanbul seçkinlerinin en önemli ve en çok sevilen mesire (gezinti) yeriydi.Kağıthane deresinin iki yanına, kasır, saray, köşk ve hamamlar yapılmış, giderek buralarda uzun süreli şenliklerin yapılması günümüz deyimiyle  moda haline gelmişti. Bu şenliklere daha sonraları "Sadabad Şenlikleri" denilmeye başlanmıştır.

O zamanlar, içinde onlarca çeşit balığın oynaştığı bir akvaryum gibi olan, masmavi Haliç'in her iki yakası çok beğenilen güzide bir yerleşim bölgesiydi...


Yüzlerce sene, şenliklerin çılgınca yaşandığı, Kağıthane deresinin denizle buluştuğu yer olan Silahtarağa, Marmara Denizi'nden ayrılarak kara içine doğru uzanan Haliç'in de son bulduğu noktadır.
Osmanlı zamanında kurulan Tersane ve Feshane işletmelerinin yanlarına Cumhuriyet Dönemiyle birlikte yeni işletme ve fabrikalar kurulmaya başlanmıştı.
                          
Haliç'in her iki yanı ve Silahtarağa, kısa bir zaman öncesine kadar İstanbul'un en önemli sanayi bölgelerinden biri durumundaydı.  

                                 1929 yılına ait AKŞAM Gazetesinden (Emlakkulisi.com).

Bu satırların yazarı, yedi sekizli yaşlarında Eyüp'te denize girdi. Oniki, onbeş yaşlarında, Kasımpaşa vapur iskelesinde oltayla balık tuttu. Yirmibeş, otuzlu yaşlarında Silahtarağa ve Haliç'in her iki yakasında uzun yıllar işçi ve sendika yöneticisi olarak çalıştı, sendika şube başkanı olarak işçi yararına önemli görevlerde bulundu.

Çoğu zaman döküm fabrikalarının bacalarından çıkan dumanlı havayı soludu. Bazen de Eyüp, Alibeyköy, Yıldıztabya ve Küçükköy'ün çamurlu sokaklarında ıslanarak yürüdü.

İş bitimi fabrika önlerinde, sendika bildirileri dağıttı. Başka bir gün çeşitli semt kahvelerinde işçi ve sendika üyeleriyle toplantılar yaptı.

Osmanlı zamanında kurulan Tersane ve Feshane işletmelerinin yanlarına Cumhuriyet Dönemiyle birlikte zaman geçmeden yeni işletme ve fabrikalar kurulmaya başlanacaktı.

Başlandı. Haliç'in Beyoğlu tarafında 1923 yılında Sütlüce Mezbahası, 1925 yılında da Karaağaç semtinde Şakir Zümre ilk özel sektör fabrikası kuruldu.

Haliçte fabrikalar olarak devam edecek


20 Eylül 2014 Cumartesi

İŞ KAZALARI İŞ GÜVENLİĞİ VE ÇEVRE SAĞLIĞI

Yakın geçmişte, 301 maden emekçisi, Soma kömür ocaklarında toprağa verildi. Tuzla'da kurulu tersanelerde sık sık meydana gelen kazalarda işçi ölümlerini, yaralanmalarını, basından ve görüntülü haberlerden öğreniyoruz.

Mecidiyeköy'de yapımı sürdürülen, büyük bir inşaat şirketine ait inşaatlarda, ekmek parası peşinde ki 10 işçi "asansör kazası" denilerek göz göre göre ölüme gönderildi. Bolu'daki otelde meydana gelen yangında ölen ve yaralananlar elbette ciğer dağladı.        

Kaza değil "cinayet" diye basına yansıyan feryatlar can acıtıyor.
Canlar acıyor ama, asıl ateş düştüğü yeri yakıyor, kavuruyor...
Her ölümlü kaza sonrası ilgililer ve bu konuda söz söylemeyi kendilerinde hak görenlerin büyük bir kısmı, ekranlara çıkıyor, ortalıkta görülmeye başlıyor...

"Kader bu, kaderin önüne geçilmez."
"Onlar şehit oldular."
"Suçlular bulunacak.''

Siyasi demeçler ardı ardına söylenip duruyor...
Değişen ne var?  Neler değişiyor ?
Kocaman bir hiç...

İŞ KAZASI NE DEMEK

İş hayatında çalışırken bu kadar çok sayıda ve büyük kazalar oluyorsa buna iş kazası diyemeyiz.
Kazalar ölüm ve yaralanmalar çoğalıyorsa, demek oluyor ki yeterli önlem alınmıyor. 
İş güvenliğinin sağlanmış olması, önlemlerin tam olarak alınmasını ifade eder. 
İş kazası; Gerekli ve yeterli önlemler alındıktan sonra meydana gelen kazalara diyebiliriz. Aksi halde bu bir iş cinayetidir.
İş yerlerinde yeterli önlemlerin alınmasını sağlamayan işyeri sahipleri, bunları yeterli biçimde denetlemeyen devlet yetkilileri, kazalarda ölen ve yaralanan insanların elbette sorumlusudurlar.

Her kaza sonrası, dizlerini döven anaları, yiğidinin tabutunu okşayan babaları görüyoruz.
Son yıllarda meydana gelen kazaların çokluğu ve önüne geçilemez olduğu, yayınlanan devlet istatistiklerinden de anlaşılıyor.

Toplu ölümler, kalabalık cenaze görüntüleri, elbette hepimizi üzüntüye sevk ediyor...
Bu durum artık son bulmalı...

Görev ihmali, yasa ihmali, denetim ve yaptırım eksikliği gibi nedenlerle bir çok hayat zamansız toprağa veriliyor.

Ülkemizde meydana gelen kazaların en önemli unsuru, kısa zamanda çok kâr etmek hırsı değil mi?
Kısa zamanda kâr öne çıkınca, insan unsuru gerilere düşüyor.
Gelişmiş ülkeler gerçekliğinde, en önemli unsurun  insan olduğunu biliyor görüyoruz.
Sanayide, eğitimde, ekonomide, sağlıkta, sporda, trafik ve her konumda planlama, insana göre yapılıyor. 
Yapılan işler, işte bu anlayışla hayata geçirilip, uygulanıyor.

  

14 Eylül 2014 Pazar

GÜNÜMÜZDE SENDİKALAR


SENDİKA NEDİR NİÇİN VARDIR? 
İşçi sendikaları, üyelerinin hak ve menfaatlerini, işverenlere ve bazen de devlete karşı korumak için kurulan işçi örgütleridir. İşçiler, bu kuruluşlara üye olurlar ve her ay, tüzüklerinde belirtilen bir aidat öderler. 

Sendikalar kâr etmek için kurulan ticaret şirketleri gibi davranamazlar. 
Tabipler odası, mimarlar odası, barolar, gibi meslek örgütleri olmadıkları için amaç ve çalışmaları onların faaliyetlerinden oldukça farklıdır. 
Kalkındırma ve güzelleştirme dernekleri veya vakıflar gibi de olamazlar.

Sendikalar dinamik örgütleridir. 
Özünde, bitmez, tükenmez bir sınıf mücadelesi vardır.  
Kitle örgütü olmaları nedeni ile, üyeleri çeşitli siyasi anlayış ve ideolojilerde olabilir.
Aralarında, ayrı inançlarda, değişik milliyette insanlar bulunabilir. 
İçlerinde, nitelikli ve mesleki bakımdan oldukça donanımlı insanlar olduğu gibi, çok sayıda niteliksiz, düz işçi vardır. 

İşte bu yapı "birlikten kuvvet doğar" anlayışını meydana getirir. Bu anlayış ise sınıf bilinci alfabesinin birinci harfi gibidir...
Onları bir arada tutan, birlikte davranmalarını sağlayan, mücadele ve dayanışmalarında güçlü kılan, zafere taşıyan işte bu anlayıştır.
Kısaca sendikalar emeğin "en yüce değer" olduğu bilincine ulaşan insanların meydana getirdiği topluluklardır.

Türkiye'de sendikal hareketler,1800 lü yılların sonlarına doğru etkili şekilde görülmeye başlamıştır. Asıl işçi örgütlenmeleri ise, 1908 İkinci Meşrutiyetle birlikte devam etmiştir. 

Cumhuriyetin, tek partili dönemlerinde sendika ve birlikler üzerinde zaman, zaman bazı baskı ve yasakçılık oluşmuştur. 
Bu engelleyici yöntemlere rağmen işçiler, yine de örgütlenme çalışmalarını devam ettirebilmişlerdir.                                          
27 Mayıs 1960 askeri darbe(devrim)sonrası, özgürlükçü bir anayasanın yürürlüğe girmesi ile, sendikal hareketlerde çok daha önemli gelişmeler meydana gelmiştir. 

1963 yılında çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Kanunu, başarılı sendikal örgütlenmelerin asıl unsuru olmuş, 1960 ve 1970 ler, Türkiye sendikal hareketlerinin olabildiğince yükselir hale geldiği yıllar olarak
 gözlenmektedir.

60 ve 70 li yıllar sendikaların gelişme ve başarılı çalışmalar yaptıkları dönemler olmuştur. Bu çalışmalar sırasında, Seyfi Demirsoy, Kemal Türkler, Rıza Kuas, Abdullah Baştürk gibi dirayetli liderlerin yetiştiği görülmektedir. Sendika ve konfederasyon başkanlıkları sırasında, verdikleri mücadeleler sonunda önemli işler yaparak unutulmaz olmuşlardır.


Fabrika ve işletmelerde, çalışanlarla, çalıştıranlar güç bakımından eşit değildir. İşçi sınıfı tarihinde, bu eşitsizliğin genellikle sömürüye neden olduğu bilinmektedir...

Sendikaların asıl görevleri işte, tam da burada başlamaktadır. 
İşçiler sömürüye karşı mücadeleyi, ancak sendikaları vasıtası ile kazanabilirler. Kalıcı ve yeni haklar elde etmek, yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek, yine sendikaları ile verecekleri mücadele ile sağlanabilir.

Mücadeleleri başlatacak, yönetecek ve sonuçlandıracak, donanımlı, başkan ve yöneticiler, işte bu mücadeleler sonucunda meydana çıkar. Grev çadırları ve meydanlar, sendikacılık okulunun ilk basamaklarıdır...

Gazeteci Bekir Coşkun’un, 28 Mayıs 2014 tarihli SÖZCÜ Gazetesinde yazdığı "SENDİKACI" başlıklı yazısı, günümüz sendika çalışmalarının bir kısmına çok önemli bir ayna tutuyor. 

Soma da 301 madencimizin, toprağa verildikleri günlere rastlıyor bu yazı. Uzun zamandır sendikal konularda, böyle acı veren ve iç karartan bir yazı yazılmadı.Yazıyı okuyan siyasetçilerin, ilgili bürokratların, aydınların, tüm sorumluların ve de herkesin üzüntü duymaması mümkün olabilir mi?

İster maden ocağında, ister binlerce derecede ergimiş maden potasının karşısında, ter döken işçinin bu yazıyı okuyunca, elbette canının acıması kaçınılmazdır.  

Üçyüzbir maden işçisinin ölümünden sorumlu olanlar tabii ki bellidir. Bu olay siyasetçisinden, bürokratlara, işvereninden sendikacılara kadar uzayan bir görev ihmali ve ihanete varan bir durum değil midir? 
Üçyüzbir emekçinin toprağa verilmesi, bu nedenle, anaların ağlaması, çocukların babasız kalması, aymazlık ve aşırı kâr hırsı değil de nedir?

İşyerlerinde, daha doğrusu çalışma hayatımızın genelinde, işçi sağlığı ve iş güvenliği ne durumdadır? İş güvenliğinin sağlanmasında devletin ve sendikaların rolü ve görevleri nelerdir? 
Bu konu hakkında, siyasiler, bürokratlar, gözleri paradan başka hiçbir şey görmeyen patronlar, patron vekilleri, müdürler, mühendisler, denetçiler ve daha bir sürü ilgilinin uzun uzun düşünmeleri gerekir...

2000 li yıllarda ülkemde sendikalar ne haldedir? 
Sendikacılığımızın olması gerektiği yer burası mıdır?
Bu durumda siyasetçinin, sendikacının, işçinin rolü nedir?
Sendikalarımız, sendikacılarımız yeterli donanıma sahipler mi ?
Sendika yöneticilerinin bir, iki, beş kere düşünmeleri gerekir..

11 Eylül 2014 Perşembe

12 EYLÜL DARBESİNİN İŞÇİLERE ETKİSİ

12 Eylül Faşist Darbesinin üzerinden çok yıllar geçti.

Bu cümle çok kolay yazıldı... 
Kolayca da söyleniyor, 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden yıllar geçti. 

Oysa gerçek başka. 
Gerçeklerin anlatılması kolay değil...  

12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden evet çok yıl geçti, geçti ama, deldi de geçti...

Gerçekleri, herkes kendine göre anlıyor...  

Anlatılanları, yine herkes, anladığı kadar biliyor...
Anlatılsa bile anlatılanları, yaşamayanlar tam anlayabiliyor mu?..
Doğrusu gerçekleri, tam olarak o günleri, yaşayanlar biliyor... 

EYLÜL ZOR AY

Eylül, ülke insanının bir kesimine göre her zaman zor ay. 

Sonbaharın ilk ayı. 

Sonraki mevsim, kış... 
Kışın içinde bir de "zemheri" var ki...
Adına uygun bir soğuk yapınca, titretir insanı...

Odun, kömür...  


Okul, çanta, defter, kalem... 

Ayakkabı, önlük…

Zor mu? Zor, hem de çok zor… 
12 Eylül ise zorların en zoru...
Ne anlarsan anla...

BİRİLER İÇİN

Birileri için, vatanın kurtuluşu...
Birileri için, ürkeklik...
Birileri için, kuşku...
Birileri için, işsizlik, açlık...
Birileri için muhbirlik...
Birileri için polis kapıda, bileklerde kelepçe...
Birileri için aylarca, yıllarca hapislik, işkence...
Birileri için, darağacı...
Birileri için, "asmayalım da besleyelim mi"?

Kaybolan babalar...
Babasız kalan çocuklar...

Ağlayan analar...
Dinmeyen gözyaşları... 

Kısaca işte,12 Eylül'ün özeti...

Devletin başına oturup, yönetime el koyan zorbalar, toplumun birçok kesimine suçlu gözüyle bakıyor.


İşçi sınıfının bir kesimini, DİSK ve üyelerini, zanlı gözüyle değil, karar verilmiş, hüküm giymiş "suçlu" anlayışı ile görüyorlar.
Ülke yönetimine el koyan generallerden biri ilk günlerinde “otel garsonu bile benim kadar maaş alıyor” demişti. Daha ilk demeçlerinin birinde, ülkedeki gerçek ve devrimci sendikaları “suçlu” ilan etmişti. 

Darbeciler, ülke yönetimine el koyar koymaz, DİSK ve üye sendikaların faaliyetlerini durdurdu. Yönetimlerine, emek ve emekçi düşmanı "kayyum" tayin ettiler. 
Yine bu sendikaları, yıllarca bu anlayıştaki darbe hayranı, darbecilerin gözü kulağı durumundaki "kayyumlarla" yönettiler.

DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk, Genel Sekreter Fehmi Işıklar ve yöneticilerin tamamını, temsilci ve üyelerin ileri gelenlerini tutuklattırıp, yıllarca hapis damlarında yatırdılar. Davutpaşa "Otağı Hümayun"da işkencelerden geçirdiler...
Metris ve Hasdal ceza evlerinde aylar ve yıllarca tecrit edildiler.

İnsanlık vasıflarını kaybetmiş darbeci ve uşakları, insanlığı unutturmak istediler... 

Sendika merkez, şube ve ofislerinde defalarca arama yaptılar. 
Suç belgeleri aradılar, d
idik didik ettiler her yeri. 
Yok işte, delil yok, suç belgesi yok. 
Suç yok, delil de yok...

Suçlu ilan ettikleri, DİSK yönetici ve üyeleri "suç yok, delil de yok" ama nedeni belli bir şekilde hapis damlarına kondu.



YARGILAMA

Yargılamalar, duruşmalar bilerek ve isteyerek yıllarca sürdürüldü. DİSK'İN Avukatı Ercüment Tahiroğlu ve devrimci avukatlar, duruşmalar srasında çok önemli savunmalar yaptılar. 

Yıllar sonra davalar, sıkıyönetim mahkemelerince beraatla sonuçlandı. 

İşte bunu da söylemek kolay, iki kelime, sadece iki kelime, beraat ettiler...


İşkenceli günler, sevdiklerinden, sevenlerinden ayrılık, acılar ve ömürden kaybolan yıllar... 

Bu uzun sürede, içeride ve dışarıda elbette hayat devam ediyordu...


Çocuklar okula başlayacak, 

Okula götürecek, baba yok... 
Soba yanacak, odun yok...
Odun alınacak, para yok.
Beş, altı yıl sonra, 
Baba beraat ediyor, suç yok...
Baba iş arıyor, iş yok...
İş yok, aş da yok...

Darbeci general, ''garson benim kadar maaş alıyor'' diyerek çalışanların ücretlerinin yüksek olduğunu da işaret ediyordu. 
Ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı ''ben zengini severim'' diyen, kollarını sıvadı ve işçi ücretlerini birlikte törpüleyerek ayarladılar!.

İşçileri zorla sarı sendikalara üye yaptırdılar...

Çalışanların, demokratik mücadele sonucunda, toplu sözleşmeler yolu ile elde ettikleri ikramiye, kıdem tazminatı, çalışma süreleri ve iş güvenliği gibi kazanılmış haklarını birer birer tırpanladılar.  

Sendikalarda çalışan personelin tamamını işten çıkarttılar. Fabrikalardan, solcu diyerek bir çok işçiyi işten attırdılar. Yıllarca bu insanlar iş bulamadı.
Anneler tencerelerde yemek yerine dert kaynattı...
Babalar, kurulan ev sofralarında aç oturup, bu gün iştahım yok diyerek aç kalktılar.

Soğuk günlerde birlikte titrediler... 

Darbeciler ve yalaka siyasileri, bir kere olsun bu suçsuz anne, baba ve çocukları düşünmediler.
Buldozer oldular...
Buldozerin direksiyonuna sıra ile oturdular.
Önlerine geleni ezdiler, insanlığı da öldürdüler...

BİR GARİP TÜRK-İŞ
  
Garip olan şey, kendilerinin büyük olduklarını, her demeçlerinde övünerek söyleyen konfederasyonun, (TÜRK-İŞ) bir yöneticisini darbeci generallerin başında olduğu yönetime bakan vermiş olmasıydı. 

Sendikal örgütlenme, grev hak ve uygulamalarını zorlaştırıp, işçilerin gerçek mücadele, yön ve yöntemlerini ortadan kaldırırken, çok enteresandır, Sosyal Güvenlik Bakanlığı koltuğunda, bir sendikacı oturuyordu.(!) 

Bu,Türk-İş Genel Sekreteri, Sadık Şide'den başkası değildi.

DİSK ve üye sendikaların, yöneticileri hapishanelere gönderilirken, Türk-İş yöneticileri sus pus olmuşlardı. 
Devrimci sendikaların yönetimlerine oturtulan, faşist zihniyetteki "kayyumlarla" işçilerin gerici ve sarı sendikalara transfer pazarlıklarını sürdürüyorlardı. 

Umduklarını 
Kısa zamanda, bulamadılar. 
Gerçek ve devrimci sendikacılık eğitimi alan DİSK üyeleri uzun süre direndi.

Üyeler, direnç gösterdikçe, sıkıyönetim mahkemelerinde, davalar uzatıldıkça uzatılıyordu. 
Bu süreler içinde işverenlerin bir kısmı ise, bilinçli işçileri, işten çıkarmaya devam ediyordu...

Onları ve ailelerini işsizliğe, açlığa mahkum ediyorlardı.
İşten çıkardıkları işçilerin işe alınmamaları için, daha önceden tespit ettikleri isim listeleri, çoktan işverenlerin kendi aralarında paylaşılmıştı.

Darbeciler, bir kısım patron ve "sarılar", el birliği yaparak amaçlarını gerçekleştirdiler. 
DİSK'in sınıf bilinçli tabanını dağıttılar.

İLERİ DEMOKRASİ

İşçi sınıfının, demokratik mücadele örgütü olan sendikal çalışma yolu ile elde ettikleri kazanılmış hakları, ellerinden alınırken bile, darbe kalıntısı siyasiler ''İleri Demokrasi" şirinliğini ağızlarından hiç eksik etmedi. "İleri Demokrasi" söylemlerini hep tekrarlayıp durdular.... 

Nasıl bir "ileri demokrasi" ise, hala çalışan büyük kesimin grevli toplu sözleşme hakkı yok.
Hakkı olduğu iddia edilen kesimin ise grev hakları oldukça sınırlı...

Sendikalara serbestçe üye olma özgürlüğünün önünde, sayısız engeller hala duruyor. 
Siyasiler ve "büyük"(!) işçi konfederasyonu, sessizliğini sürdürmeye devam ederken, bu konfederasyon üyesi çok sayıda sendika, sandukaya* sokulmuş görüntüsü vermiyor mu? 

*Sanduka; Bazı mezarların üzerine konulan, tahta veya mermerden yapılmış sandık.

9 Eylül 2014 Salı

YILMAZ GÜNEY VE DÖKÜM İŞÇİLERİ DİRENİŞİ

SİNEMANIN ÇİRKİN KRALI

"Çirkin Kral", büyük adam, Yılmaz Güney aramızdan ayrılalı yıllar oldu...
9 Eylül 1984 yılında yurt dışında, vatanına hasret, sevdiklerinden ayrı, sevenlerinden uzak, ellerin memleketinde gözlerini hayata kapattı.

Yönetmen Yılmaz Güney, ülkemiz sinema adamlarının bir çoğunun sinema anlayışlarını etkiledi...
Sinema yönetmeni, aktör, senarist, ve yazar olan Yılmaz Güney aynı zamanda bir düşün adamıydı...
Yazar olarak öyküleri dikkatle okundu.
Aktör Yılmaz Güney, yaptığı işlerin hakkını tam olarak verdi...

Ülkemiz, belli dönemlerde, siyasal çalkantılar yaşadı.
Siyasi darbeler oldu. Bu darbelerden elbette yararlananlar da oldu.
Çok sayıda insan ise maddi manevi zararlar gördü.
Yıllarca hapislerde yatırıldılar.
Dünyaları karartılmak istendi.
Aileleri, çocukları açlık, soğuk ve yokluklarla karşı karşıya bırakıldılar.

Yılmaz Güney de çoğu insan gibi birçok soruşturmalardan geçti, hapishanelerde yattı...
Sinema mesleğini hapisteyken de, çok başarılı bir şekilde sürdürdüğünü biliyoruz.
Yılmaz Güney'in sinema anlayış ve çalışmaları hakkındaki görüş ve yazılması gerekenleri, elbette bu konuda söz sahibi olan otoriterlere bırakmamız gerekiyor.

1970 yılında İstanbul, MADEN-İŞ 6. Bölge Temsilcisi olarak sendikal çalışmaları yürütüyor, özellikle de sendikal örgütlenme ve sendikal eğitime çok önem veriyordum.
Bu nedenle de sayısal birikimi elde etme ve eğitim çalışmalarımızı yoğun olarak inadına devam ettiriyordum.
Özellikle metal iş kolunda çalışan işçiler, bu bölgede karargâh kurmuş olan sarı sendikalardan ayrılabilmek, istedikleri sendikalara üye olmak için direniş ve fabrika işgalleri gibi eylemlere başvuruyorlardı.

SİLAHTARAĞADA  SENDİKAL ÖRGÜTLENME

Bu yıllar, sarı sendika ve işverenlerin baskılarından kurtulmak isteyen farklı sektörlerde çalışan işçilerin, yığınsal olarak DİSK üyesi sendikalara katıldıkları yıllardı.

Gece gündüz, sabah akşam, yağmur çamur, kar ve soğuk demeden, yaptığımız çalışmalarla Türk Demirdöküm, Sungurlar Kazan, Çelik Endüsrisi, Elektrometal ve Bahariye Demir Çekme fabrikalarında çalışan işçiler sarı sendika zincirlerini kırdılar.
Yaklaşık 4500 metal işçisi,sendikal özgürlük mücadelesi sonunda MADEN-İŞ çatısı altındaki yerlerini aldılar.
Ayrıca, sendikasız bir çok fabrikada ise, sendika üye örgütlenme çalışmalarımızı devam ettiriyorduk.

SİLAHTARAĞADA SENDİKAL EĞİTİM

Türkiye Maden -İş Sendikasının, 6. Bölge Temsilcisi olarak bölgede yoğun bir eğitim seferberliği başlattım.
Yeni üye eğitimleri, bölge irtibat ofisi ve bölgede bulunan düğün salonlarında devam ediyor, anayasa, iş kanunu, sendika ve toplu sözleşme kanunları ile genel işçi hakları konusunda seminerler yapılıyordu.
Küçük büyük yaptığımız bir çok toplantı sonucunda, yeni üyelerimiz bilgilendirilmeye başlanmıştı.

Sendikal eğitimlerin yanı sıra, Cumartesi, Pazar ve tatil günlerinde, işçi ve ailelerine emekçi dostu sanatçılar tarafından konserler düzenliyordum.
Ruhi Su, Aşık İhsani, ve Aşık Nesimi Çimen kendilerine özgü, devrimci deyiş ve türküleriyle katılanlara duygulu ve hoş anlar yaşatıyorlardı...


Yeni ve eski üyelerimizin bir araya gelmelerini, birbirlerini daha iyi tanıyabilmeleri için bir sinema filmi gösterisi düzenledim. UMUT filminin gösterimini kararlaştırmıştım. Ancak filmi çeşitli nedenlerden ötürü temin edemedim.

Değerli sanatçı, emek ve işçi dostu, sevgili Yılmaz Güney'e telefon ederek konu hakkında görüşmek istediğimi, belirttim.
İkilemedi, düşünmedi bile, "buyurun gelin" dedi.                                   
Levent'te ki evinde randevu verdi.
Önünde iri iki cins köpeğin bulunduğu kapıdan girdim içeri.
Güzel insan değerli eşi, Fatoş hanım ve Yılmaz Güney'in annesi de oradaydı.

Konuşmalarımızın önemli bir bölümü, Demirdöküm Fabrikası işçilerinin başarı ile sonuçlandırdıkları sendikal mücadele ve fabrika işgali konusu üzerine geçti.
Anlattıklarımdan etkilendiğini düşünüyordum ki, sözümü yarıda kesti ve "ben bu olayı filme çekmeliyim" dedi.


Bir süre sonra geniş bir zaman içinde, bu konuyu enine boyuna tekrar konuşmamız gerekebileceğini ve işgal sırasında, fabrika içinde çalışan işçilerle de konuşmak isteyeceğini belirtti ve bu konuda yardımcı olmamı rica etti.
Konuşmalarımızın bir yerinde, " ben senaryoyu, çekim yaparken yazarım abem" dediğini hiç unutamıyorum...
Eşinin getirdiği kalem ve kağıdı aldı, kısa bir not yazdı ve zarfa koyarak kapattı.

"Beyoğlu'nda Akün Film var. Selamımı söyleyin "dedi.
Teşekkür ederek ayrıldım.

"Umut" Silahtarağa Mehtap Sinemasında günler boyunca gösterimde oldu. Bölgede ki işçiler eşleri ve çocuklarıyla birlikte "umutlarını" sürdürmeyi devam ettirerek seyrettiler...

Emekçi ve işçi dostu, büyük sanatçı Yılmaz Güney, seni saygıyla anıyorum...

2. KAVEL DİRENİŞİ 1968


"KAVEL İŞÇİLERİ FABRİKAYI İŞGAL ETTİ"
               

24 TEMMUZ 1963 tarihinde, uzun zamandır beklenen sendika ve grev kanunları, ardı ardına 274 ve 275 sayılarla, resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.Türkiye'de çalışanların artık bir sendika kanunları oldu. Bundan böyle sendikalara kolayca üye olacaklardı!

Sendikalara üye oldukları için, işverenlerden artık çekinmeye, korkmaya gerek kalmayacaktı!..

Bu güne kadar çalıştıkları bazı fabrikalarda, sendikalara girdikleri, sendika üyesi oldukları için onlara çok acılar çektirilmişti...

Yüzlercesi, işlerini kaybetmiş, binlercesi, işverenin sözüne, baskılarına karşı koyamadıkları için, istemeyerek de olsa sendikalarından istifa ediyorlardı. Çok sayıda işçi ise, patronlarının belirlediği "sarı" sendikalara üye olmak zorunda kalıyorlardı.

El kapısında çalışmak elbette zor.

İşten çıkarılmak kolay, ama yeni iş bulmak kolay değil. Hele, sendikal sebeplerle işten çıkarılınca, yeniden iş bulmak daha da zordu...

İşverenin baskılarına ve isteklerine karşı koymak, direnmek ise, bambaşka bir durum oluşturuyor. Nezarete atılmak (gözaltı), mahkemelere verilmek, hapis yatmak, anarşist, goşist, komünistlikle damgalanmak sanki kaderleri oluyordu bunların. Çoğu zaman ise, bir iki cop darbesiyle kurtulmak amorti sayılıyordu.